5 Şubat 2014 Çarşamba

Bazen "neden?" diye sorarsın...

Bazen "neden?" diye sorarsın peşinden herhangi bir cevap alamazsın. Bazen "neden?" diye sorarsın bir neden yok galiba dersin. Bazen "neden?" diye sorarsın cevabı bir şarkı verir. Bazen "neden?" diye sorarsın ve bu bazene cevap verebilecek biri var mı diye düşünürsün. Bazen de cevap acaba tek bir kişide midir diye merak edersin. Ve bazenler olarak devam etmeye başlar ta ki cevabı bulana kadar peşinde koşarsın ya da yorulana kadar...

10 Nisan 2013 Çarşamba

Yatık Sekiz ∞

“bitti mi? yok hayır, aksi gibi yeni başlıyor…
öyle lokanta felan gibi bi yerden dönüyorduk galiba. o zamanlar çalıştığımız gazetenin verdiği bir yemek filan olabilir. ama gerçekten, oraya niye gitmiştik, ne vesileyle masamızda ünlü bir sinema artisti vardı, yaseminle’le neden tartışıp küsmüştük, hiç mi hiçbirini hatırlamıyorum. sonradan öyle utandım k, beynim önemli bir kısmı silmiş.
dönüş yolunu aynen hatırlıyorum ama. arabayı hasan abi kullanıyordu, yine niyeyse o artist bizim arabada önde oturuyor, arkada yasemin’le ben… içtiklerimin etkisiyle anlatılmaz şekilde çişim gelmiş. kimseden değil ama arabadaki o ünlü kadından utandığım için ”şöyle bir kenarda dursak abi” diyemiyorum. o kadın arada bir şevkatle bana bakıp gülüyor. çişimin geldiğini mi anlıyor, yoksa sarhoşluğuma mı gülüyor bilmiyorum. pis bir kırgınlığa, kedere kapılıyorum, biri ölüp gitmiş sanki. çok derin bir nefes almak istiyorum, yani olsa, atmosferi hidrosferle beraber yutucam…
çatlıyodum herhalde. bi laflar geveleyip arabayı yol kenarında durdurdum.
nasıl güzel bi yaz gecesi. artistin parfümü mü öyle çiçek kokuyor, yoksa havadan mı? otoyolun hemen karındaki az eğimli bi tepeye yürüyüp rahatladım. sonra demin sözünü ettiğim nefesten aldım bi tane… verdim… oraya çimenlerin üstüne oturdum kaldım. arabadakileri unuttum herhalde. yani, her şeyi unuttum. sadece o nefesten bi tane daha almak istiyorum o kadar. neden sonra hasan abi’nin sesini duydum, ”iyi misin baba, geliyim mi?” diye sordu. ”geliyorum” filan dedim galiba. sonra onu da unuttum. yasemin seslendi bi ara. aslında kalkıp gidicem, hani öyle ayakta duramayacak kadar değilim, ama unutuyorum…
yani… herneyse, az sonra zıpkın gibi ayağa fırladım, nerdeyse arabaya koşacaktım. çünkü artist arabadan inmiş bana doğru geliyor. çok ayıptı lan, kadıncağızı tamamen unutmuştum. ”yok yok gelme otur orda bi sigara içelim” dedi.
bundan sonrasını harfien hatırlıyorum. rezalete bak yaa, koca artist beni avutmaya geliyo. köprüye çıkmış gibi lan ne fena. oysa valla önemli bi derdim yok, o kadar sarhoş da değilim. sadece o an için arabadakileri unuttum işte. yanıma oturdu sigara içiyor. çok utandım ya, kafam cin gibi çalışıyo artık.
”ya çok özür dilerim sizden. hafif başım döndü oturup kaldım buraya. sizi de geç bıraktım” filan dedim.
o hiç bişey söylemedi. susmuş, anne şeyvaktiyle öylece bakıp gülüyor. bir ara sigara içerken, oynadığı bir filmdeki haline benzedi. ben hala durumu açıklıyorum. muhtemelen aynı şeyleri tekrar ediyorum. yasemin’le hasan abi de aşağıda araba başın sigara içiyolar… oh ne güzel herkese rezil olduk. diğerleri neyse de… sonra, artist beni susturup saçlarıma şakadan vurarak:
”ne güzelsin ya” dedi.
”ehe, yalan değil içince kafam güzelleşti biraz” dedim utanarak.
ardından hiçbir filminde görülmeyen, dingin, tuhaf bir yüzle otoyolda hızla giden arabalara daldı… gözleri daha çok yolda, bazen dönüp bana gülerek konuştu:
”herkes bu kadar sarhoş olup kaybolamaz. ne şimdi, ne de yarın ayıldığında, pişman olma emi. hem senin ki içkiden değil, çok belli ki yasemin’den… o da ne hoş ya. ne kadar güzelsiniz. ne kadar güzelsiniz… bak bi daha söylüyorum, utanılacak bişey yok. aşkı başka bişey sanan, içki içip kaybolmaktan sadece kusup devrilmeyi anlayan o kadar çok insan var ki…”
bu şimdi oynuyo mudur? artist kısmısısı istediği vakit oynar mı hakkaten. artık orta yaşta zaten. belki, benim göremediğim bir filminde sarhoş kardeşini avutan bir abla rolü filan vardır, bunlar o filmin laflarıdır. yok ama ciddi sanki. ya, ama ciddi olsa ne olur, söyledikleri doğru değil ki. neremiz güzel lan. bitti işte. hem mutlu olsa, kim kaybolmak ister. sürseydi tamamdı, güzel olurduk gerçekten. ama şimdi bu ne ki. böyle olamayanlar, bunu bilemeyenler varmış. ne mutlu onlara. tamam üç beş fazladan mutluluğumuz, havalara uçtuğumuz vardır. ama bir o kadar da fazladan hüznümüz oluyo be güzelim.
”ben bu hallere ”şahane arızlar” diyorum. tamam bişeyler bozuluyo ama güzel bozuluyo” dedi artist.
”sonuç olarak ortada bi arıza var” dedi kalan aklım, otoyol temalı arıza resmine, kadrın sağ alt köşesinden giren artiste bakarak.
”dedim ya şahane bi arıza” dedi. anne gibi saçlarımla oynadı.
bu bi film olsaydı. yönetmen ”kamyon geçti bi daha çekicez” deseydi, artist abla hareketini  tekrarlarken yasemin bu tarafa bakıyor olsaydı, kamera yakın girip çatlayan yasemin’i görseydi.
artist abla sigarasını bitirdi, binip gittik… gerçi söylediklerine aklım yatmadı ama yine de kral bi insan. hatta ne kadar güzel… ben de O’na söyleyebilmek isterdim:
”ne kadar güzelsiniz.”
sonra bi kaç kez daha oldu bunlardan. başlarken, yürek pıtırtılarına kapılmış, zıplayıp gezegenlere kafa çakıcak gibi hissettiğimde ya da bitiyorken bıçaklayan sözler havada uçuştuğunda, kaybolmalara gittiğimde… birileri çıkıp ”ne güzel” dedi… ”bok güzel” diyebildiklerim oldu, gerçekten öküz olduklarını ve hayatta böyle bir şey yaşamayacaklarını düşünüp üzüldüklerim de.
70’li yaşlarında bir şair ”babanız yine aşık çocuklar” şiirini okuttu bana. o yaşta gülen gözlerinden anladım, torunu bile anlardı, yine aşıktı. tuhaf bir biçimde adamın o arıza hali hoşuma gitti ama. az kaldı ben de geyikleşip ”artizlik” yapıcaktım amcaya:
”ne kadar hoşsunuz, ne mutlu size” diyecektim…
onlar sana ”serseri” sen onlara ”öküz” dersin ama birbirinize imrenirsiniz. onlar hep birbirleriyle yaşamaktan, sen o birini ararken başlayıp bitenlerden yorgunsundur. öyle mi, evet. peki mutlu aşk var mıdır? çocuklar bile biliyo ki yoktur. e tamam o zaman, sorusu olan yoksa dağılalım.
yaa, kolay mı öyle. varsayalım ki biri gelip hayatın böyle bir sırrını kulağınıza fısıldadı. bu ne işinize yarar ki.
aksi gibi yeni başlıyo şimdi.
nasıl bir kavga allahım. biri gelip olan gücüyle duvarlarınıza sarmaşık oluyor. ”git işine” diyosunuz, ”bi daha kaybolamam ben, daha yeni döndüm buralara.” dinlemiyor ama usul usul sarıyor duvarları, ”ya bensem” diyor. eh be güzelim ya yine sen değilsen ama…
uzanmış birbirimize şirinlikler yapıyoruz.
”hiç kimse için tam öyle biri yoktur ki” dedi.
”oturup imal etmek lazım onu. sen yapabilir misin?
başını göğsümden kaldırıp gözlerini gözlerime dikti.
”yapabilsem senden yapardım bi tane daha” dedim. ”bu burundan, bu dudaklardan, zor ama şu gözlerden.”
utanıp başını indirdi, yine göğsümde kayboldu.
aynı zihniyet, başka final cümleleri de benzer incelikte kuruveriyor.
kafasını kaldırmadan konuşuyor şimdi:
”ben seni kaç tane seviyorum biliyor musun? üç tane, beş tane filan değil, sekiz tane… ama yatık sekiz.”
doğruldu.
”biliyosun di mi yatık sekizi?”
parmağıyla havaya sonsuzluk işareti çiziyor.
”yatık sekiz… yani sonsuzluk demek.”
”üç değil, beş değil, sekiz tane… ama yatık sekiz.” bende tekrarladım. kendimi çok zorladım, biteceği zamana dair aklıma bir şey gelmedi. yine çok mu acı çekerdik. varsın olsundu. hem, şimdi böyle sarılıp uzanmışken, o ”artizin” dediği gibi…
ne kadar güzeliz… ne kadar güzeliz.”

Atilla Atalay

Öpücük Balığı


İşe telefon açıp, “gelirken buğday al” dedi. “Naapıcan buğdayı kızım” diye sormadım.. Söylemezdi ki.. Dünyanın en sevimli delisiydi.. O öyle biriydi işte. Küçücük giz dolu oyunlar başlatırdı. Ne buğdayı, naapıcak acaba, nereden alıcam ben şimdi..
Merak etmeye başladığım anda kendimi çoktan oyunun içinde bulurdum.. Evet, oyun başlamıştı. Savaş’a “Buğday almam lazım, nerde satılır” diye sordum..
-Haa?
-Buğday
-Eee, nolucak buğday?
-Hiç.. Tavuk buldum da bi tane.. Buğday veriyim diyorum..
-Sittir lan..
Ciddi miyim diye gözlerime baktı.. ben de çok ciddi baktım..
-Gültepe’de bir civcivci var ama.. Buğday satar mı bilmem.. Daha çok suni yem olur onlarda..
-Yok, suni yem olmaz, buğday lazım.. Yumurtanın sarısı doğal renginde olmuyo o suni şeylerle.. Pis bi rengi oluyo.. En iyisi buğday..
-Ha bi de yumurtluyo.. Harbi tavuk yani, ciddi bi tavuk kimliğine sahip.. Bir ara ben de besledim.. Spenç tavuğu diyorlar.. Tam yumurta tavuğuydu.. Bazıları et tavuğu oluyor ya, pek yumurtlamaz onlar.. Bak ne diycem, esas darı sever hayvan.. Çift sarı çıkarır.. Darı al sen ona..
Oyun böyle bir şeydi işte.. O başlatırdı.. Hayatınıza aniden buğday, darı, tavuk, yumurta ve size “yedi kafayı” diye bakan bir sürü insan girerdi.. Komik, sürükleyen, ama paylaşılan giz nedeniyle bir o kadar da heyecanlı bir oyun..
Büroda durduk yere başlattığım tavuk geyiğine daha fazla dayanamadığımdan, buğday bulmak üzere çıktım. Buğday.. Noolcak acaba.. Kuruyemişçilerde var mıdır?
-Keşkeklik mi? Aşureye falan mı katçaanız?
-Ne?
-Buğday sormadın mı?
-Ha evet, olabilir..
-Sonunu dün sattım..Yok..
Hıyar kuruyemişçi! Lan madem yok, niye aşure mi keşkek mi car car ediyorsun.. sana ne.. Bu millet de bi tuhaf ha.. Buğday var mı, var.. Ya da yok. Bitti, bu kadar.. Sana ne ne olacağından. Az kaldı özel hayatıma giriyordu herif.. Hem bir tarım ülkesinde buğday bulmak bu kadar zor mu olur kardeşim.. Sinirleniyorum ama.. Hani lan bu ülke bir tahıl ambarıydı.. Adam başı buğday olması lazım.. Kendi kendime gülüyorum.. Biliyorum, o da gülecek.. Gülücez.. Öpücem sonra.. Sonra, sonra.. Noolcaksa o buğdaylar..
Mısırçarşısı’na gidiyorum, oradaki baharatçılarda kesin vardır.. bu arada, kendimi gerçekten tavuk gibi hissetmeye başladım.. Buğday arayan acıkmış bir tavuk.. Bık bık bık. Bıdaaak.. Aslında içimde garip bir mutluluk var. Her şeyi birden unutup bir avuç buğday için İstanbul’u dolaşıyor olmak içten içe hoşuma gidiyor. Onu bu yüzden seviyorum galiba. Bana da sıçrayan bir tılsımı var.. Her şey bombok giderken, nooluyosa bir şey oluyor.. Onun yarattığı illüzyona dalıp oyun oynuyorum.. Çocukmuşuz biz.. O, mısır saçlı, habire sümüğünü çeken afacan bir kız, ben dizleri yara içinde haşarı bi velet.. Dünyanın zillerini çalıp, vınnn kaçıyoruz.
Şimdi ne kadar alıcam ki ben buğdaydan.. Bir kilo yeter mi acaba? Evde tarım yapıcak diil ya, yeter herhalde.. Anlarmış gibi buğdayları karıştırırken yakaladım kendimi, iyisini seçicem sanki.. Neyse, aldık işte.. Bir kilo buğdayımız oldu. Yanında bir tane de ufak rakı. Manyağım lan ben.. Bariz manyağım..
“Geldi mi buğday” diye sordu. Gözleri ışık ışık.. Meraktan çatlıyorum ama, belli etmeden “ıhı” diye torbayı uzattım. Cadı! Aldı torbayı masanın üstüne koydu. Ne olacak şimdi bu buğday? Sormayacağım ama.. ”Naaptın” dedi.. Elinin körü.. Saatlerdir buğday arıyoruz herhalde.. “Toprak mahsülleri ofisine gittim canım. Taban fiyattan destekleme alımı yaptım..” Gülüyor. Her şey o gülsün diye zaten.. Bence onun kadar güzel gülebilen yoktur. Ama bu gerçek yani. Çok gülen insan gördüm ben. İşim gereği. Hakkaten bakın, ben bu konuda otorite sayılırım. Ben sizinle geyik çevirirken o kayboldu. Birazdan, elinde bembeyaz bir güvercin. “Bak şimdi “dedi; “Bu senin dilek güvercinin.. Ona avucundan buğday yedireceksin, sonra gagasından öpeceksin ve bir dilek tutup gökyüzüne bırakacaksın.”
Dedim ya, tılsımı var onun. Aniden güvercin de çıkarır, tutup yaşamınızı bi saniyede masala çevirir.. Bitmesin istersiniz.. “Bitmesin” diye dilek tutup güvercini gagasından öptüm. Balkona çıktık sonra. Pıt pıt kanat sesi.. Pıt pıt iki çocuğun yüreği.. Balkona yıldız tozları mı yağdı? Çok mu güldük.. peki çok gülmek iyi midir gerçekten.. Ağlar mı sonra insan.. Babaannem Deli Fadime’nin dediği gibi “Dünyanın düz murâdı yok” mu.. “Çok muhabbet tez ayrılık“mı peki.. Noolur “öyle diilmiş” olsun. Noolur bitmesin.. Pıt pıt.. Yüreğim.. Gece.. Yemin ederim, yıldız tozu yağıyor..
Ertesi sabah Kadriye oldu.. Espiri olsun diye bahar temizliğine girişti. Kadriye.. Onun masal kahramanlarından biri. Söylediğim gibi, yaşam bir oyun onun için. Gerçekle dalga geçer hep, sevmez sanki.. İlk Kadriye olduğunda yeni tanışmıştık.. yine işe telefon edip yufka ve çökelek istemişti. Buğday gibi değil, onları daha kolay buldum ve eve gittim. Kapıyı çaldığımda yeri siliyordu. “Ayağını çıkar kocacım” dedi, “yeni sildim”. Çok güldüm. Yufkayla çökelekten “yanmaz tavada sana böreği” yaptı, yedik. Sonra eline bir tığ alıp dantel örüyormuş gibi yapmaya başladı. “Delirdi” diye baktım. Saçlarına bigudi tuttururken “Naapıyosun yaa” diye sordum. “Nooluyo kızım”.. Garfield gibi gözlerime baktı. “Yarın eltimgil gelecek” dedi. Sonra güldü. Nasıl güldüğünü biliyorsunuz. O gün bana “annesi gibi” olmuştu. Ya da benim annem gibi. Oynuyordu. Başka bir şey. Herkesin “gerçek” diye bildiği şey, onun için sonuna kadar sahte ve saçmaydı. Komikti ama, ürkütücüydü. Yani hep oynanamazdı ki.. Eninde sonunda hayat “bööle bişeydi” işte.Yoksa değil miydi.. O Kadriye olup “çekirdek aileyle” dalga geçmeye başlayınca ben de rolümü aldım. “Fehmi” diye bir herif oluyordum. Çizgili pijamamı ayağıma geçirdiğim gibi biraları içip televizyon karşısında pıt pıt zapping yapıyordum. Gülüyorduk sonra. Kadriye ve Fehmi çekirdek rolünden çıkıp biz oluyorduk. Pıt pıt, iki çocuk yüreği..
Onun masal kahramanları bir tane değildi ki.. Bazen Müge ile Furkan olurduk. Aslında onlar bizim arkadaşımızdı. Ama o, onların ilişkisini sahte ve anlamsız bulurdu. “Kola alır gibi işte, birbirlerini ve herşeyi tüketiyorlar.” Müge olduğu zaman “Eskeyp’e gidelim mi, Trafo’ya zıplayalım mı diye sorardı. Ama asla gitmezdik. Onun dünyasından çıkamazdım. Ben çıkmak ister miydim peki? O zamanlar bu soruyu kendime hiç sormadım. O, “dışarıdakiler”i öyle iyi biliyor ve anlatıyordu ki, ara sıra “dışarı kaçtığımda” bile onunla oyun oynuyormuşuz, o bana “gerçeğin masalını anlatıyormuş” gibi olurdum..
Ha bir de, en önemlisi “öpücük balığı” vardı.. Onun en yalın ve samimi hali. “Ben öpücük balığıymışım” deyip yanağıma bin tane masum öpücük konduruyor, dakikalarca pıt pıt pıt öpüyordu. Öpücük balığı, öpücük balığı, pıt pıt pıt..
Masallar biter mi, biter işte. Arasına reklam girecektir, güzellik maskesi takılacaktır, savaş vardır, birileri öldürülecektir, birini kör bırakacaksınızdır, birinin yüreğini söküp atacaksınızdır.. Zehirlenecek denizler, ağlatılacak çocuklar.. İşiniz vardır yani, öyle önemli, öyle vazgeçilmezdir ki..
Bir gün bana “gitme” dedi.. Ama hep öyle derdi.. “Yelkovan dokuzun üstüne gelinceye dek.. Bu şarkıdan iki şarkı sonra..” Hiçbir keresinde bırakmazdı beni. İyi, tamam, oynadık, bitti. Dönüşte yine oynarız.. Dinlemezdi.. ”Bak şimdi bu çerez tabağını dökücez; leblebiler saatmiş, üzümler dakika, fındıklar günmüş ama.. Sayalım, o kadar sonra git..” Pazarlık ederdim. “Fındık gün diilmiş, leblebi saat.. ona tamam.” “Peki” derdi. Sonra aniden nereden bulduğunu bilmediğim tek şamfıstığını çıkarıp “peki bu yılmış, yıl olsun“ derdi. “Yüzyılmış tamam mı, ölüm gelinceye kadarmış..”
Üzümleri, leblebileri falan sayardık sonra. Tek şamfıstık, o yüzyıldı.. O ölümün geldiği zamandı. Onu pek tartışmazdık. Onu açar, yarısını yer, yarısını bana yedirirdi. Sonra, sonra o öpücük balığı ve ayrılık..
“Ben gidiyim” dedim.. Sesi boğuktu.. ”Gitme” dedi.. Ama söyledim. Hep öyle derdi.. Giderdim sonra. Döndüğümde oradaydı, bilirdim. Yine “gitme” derdi..
“Gitme” dedi.. Gözlerinde yaş tomurcukları, birazdan duracak dünyalar, sanki hepimiz ölücez. “Bu kez gitme”..
Gitmesem olur sanki.. “Ama bunun sonu yok ki” dedim.. “Yok işte salak “dedi.. ”Hep sonunu istiyorsun. Sonu, bittiği yer, tükendiğim zaman.. Yerine yenisini tüketmeye başlayacağın zaman.. Bu kez gitme işte.. Gitme..”
Karşısında bir çocuk gibi duruyorum.. İçimden bir çocuk o duvarı tırmanıp aşmaya çalışıyor ama olmuyor.. Birileri yıllarca ördü o duvarı.. Annem koydu bir tuğla, sonra babam.. Dayım, öğretmenim, komutanım, patronum, radyom, televizyonum.. Gidicem ben, işim var işim.. Çıkıp sokak kedilerini tekmeliycem, yalan söyliycem, rakı içicem.. Hasan’a borcum var.. Tarık’la sözleştik, kaçıcaz hafta sonu, karı bulmuş.. İlknur iş arıyo sonra.. Resmen iş istiyo işte, aramıştır.. Onun yeri ayrı ama İlknur da fena değil şimdi.. İşim var.. İşim..
“Gidiyim ben” dedim.. Bu kez gözleriyle “Gitme” dedi.. Ben de ona “gözlerim sana mı kaldı” gibisinden baktım.. Tek mi sana kısmet olacak sanıyorsun benim “çivileyen bakışlarım”.. İşi var gözlerimin. Kritik pozisyonlara bakıcam, topa konsantre olucam, Top Secret’ı izliycem, günlük kuru yakından takip edicem.. İlknur’un kalçalarına bakıcam.. MTV’nin klipleri, savaşlar, siyah-beyaz yerli filmler.. İşi var gözlerimin..
Sonra yıldırımlar çaktı.. Hiç susmadım.. “Hayat masal mıydı yani?.. Dışarıda millet birbirinin gözünü oyarken, biz burada yanak yanağa.. Noolcaktı yani.. Leblebiden saat olur mu.. “Vakit” denen nanenin ne demeye geldiğini herkes biliyor artık.. İyi.. Pıt pıt pıt öpüşelim, sen beni seviyormuşsun, ben seni çok.. Ee, Anangil “Oturma odası takımını erkek tarafı alsın” dediğinde ne bok yiyecez peki? Öpücük balığını mı satacağız..” Nefes nefese sustum..
“Dışarıdakiler” dedi.. “Dışarıdakiler, bunu beceremez işte.. Öpücük balığını kimse alıp satamaz.. Sen bile.. Diyelim ki öyküsünü yazdın, beş para etmez..”

***

Bir varmıştı, şimdi bir yokmuş..
Nevizade Sokağı’ndayız, yol boyu meyhane.. Masanın altından İlknur’un elini tutuyorum.. Dördüncü kadehten sonra sayamaz oldum rakıları. Bir çingene, yanındaki masaya keman çalıp haykırıyor “Dönülmeyyz akşamıyyn ufuğuğun daiiz, vakiyyt çook geyç artık..” Elini darbukaya röntgen filminde her patlattığında gözümün önünde bi dudağı gökte bi dudağı yerde masal devleri görüyorum.. Gümm! Dev.. Güm! Lamba cini.. Güm! Haramiler..
Kocaman bir davulun üstünde küçük bir şey kırıntıları dökmüşler gibi, belki öpücük balığının yemleri onlar.. Hani onun en yalın ve sevimli hali gibi.. Gümm!.. Zıplıyor hepsi, gümm zıplıyor her şey.. İlknur’un göğüsleri kliplerdeki gibi havalanıp zıplıyor.. Uçuşup tekrar yerine düşüyor, tabaklar, yıldızlar, sigaram.. Canım yanıyor.. Sonra pıt pıt pıt.. darbukaya üç parmak darbesi vuruyor çingene.. Masalların sonunda gökten teklifsizce düşen üç elma bunlar.. Ben görüyorum, İlknur görmüyor, kimse görmüyor..
Müzik bitti.. İlknur bir şeye gülüyor.. Masanın yanı başında, tuhaf, simsiyah gözlüklü, başı sımsıkı bağlı bir kadın var.. O hep var Nevizade sokağında.. Elinde kocaman bir çerez kavanozu, sormadan, avucundaki çay bardağını kavanoza daldırıp, bardak dolusu kuruyemişi masamıza boşaltıyor.. cebimden para bulup kadına uzatıyorum.. Aklımda zamanın en acı tadı.. ”Peki kaç leblebi var bunun içinde teyze” diye soruyorum.. Kadının suratını yıllar bıçaklamış, sesinde hırıl hırıl alaycı bir öfke; “Manyak mısın sen koçum?” diyor.. İlknur gülüyor, benim gözüme üç elma kaçtı, masalların kötü kalpli cadısı avucumdaki parayı yolarcasına kapıp yan masaya seğirtiyor..
Az önce bir masal bitti, kimse bilmiyor.. Öpücük balığı bir iskelede, güneş altında çırpınıyor.. İlknur’un gözlerinin işi var, benim yüreğim kovulmayı çoktan hak etmiş, boşta gezer.. Uzaklarda bir çocuk, uyuyakalmış ninesini sarsıp “Bana masal anlat” diye ağlıyor..
Diyelim ki öyküsünü yazdım, beş para etmiyor...

Atilla Atalay

28 Eylül 2010 Salı

Jack Nicholson's Joker


Jack is dead, my friend.
You can call me...
Joker.
As you can see...
I'm a lot happier.
Oh, what a day.
Gotham City.