İşe telefon açıp, “gelirken buğday al” dedi. “Naapıcan buğdayı kızım”
diye sormadım.. Söylemezdi ki.. Dünyanın en sevimli delisiydi.. O öyle
biriydi işte. Küçücük giz dolu oyunlar başlatırdı. Ne buğdayı, naapıcak
acaba, nereden alıcam ben şimdi..
Merak etmeye başladığım anda kendimi çoktan oyunun içinde bulurdum..
Evet, oyun başlamıştı. Savaş’a “Buğday almam lazım, nerde satılır” diye
sordum..
-Haa?
-Buğday
-Eee, nolucak buğday?
-Hiç.. Tavuk buldum da bi tane.. Buğday veriyim diyorum..
-Sittir lan..
Ciddi miyim diye gözlerime baktı.. ben de çok ciddi baktım..
-Gültepe’de bir civcivci var ama.. Buğday satar mı bilmem.. Daha çok suni yem olur onlarda..
-Yok, suni yem olmaz, buğday lazım.. Yumurtanın sarısı doğal renginde
olmuyo o suni şeylerle.. Pis bi rengi oluyo.. En iyisi buğday..
-Ha bi de yumurtluyo.. Harbi tavuk yani, ciddi bi tavuk kimliğine
sahip.. Bir ara ben de besledim.. Spenç tavuğu diyorlar.. Tam yumurta
tavuğuydu.. Bazıları et tavuğu oluyor ya, pek yumurtlamaz onlar.. Bak ne
diycem, esas darı sever hayvan.. Çift sarı çıkarır.. Darı al sen ona..
Oyun böyle bir şeydi işte.. O başlatırdı.. Hayatınıza aniden buğday,
darı, tavuk, yumurta ve size “yedi kafayı” diye bakan bir sürü insan
girerdi.. Komik, sürükleyen, ama paylaşılan giz nedeniyle bir o kadar da
heyecanlı bir oyun..
Büroda durduk yere başlattığım tavuk geyiğine daha fazla
dayanamadığımdan, buğday bulmak üzere çıktım. Buğday.. Noolcak acaba..
Kuruyemişçilerde var mıdır?
-Keşkeklik mi? Aşureye falan mı katçaanız?
-Ne?
-Buğday sormadın mı?
-Ha evet, olabilir..
-Sonunu dün sattım..Yok..
Hıyar kuruyemişçi! Lan madem yok, niye aşure mi keşkek mi car car
ediyorsun.. sana ne.. Bu millet de bi tuhaf ha.. Buğday var mı, var.. Ya
da yok. Bitti, bu kadar.. Sana ne ne olacağından. Az kaldı özel
hayatıma giriyordu herif.. Hem bir tarım ülkesinde buğday bulmak bu
kadar zor mu olur kardeşim.. Sinirleniyorum ama.. Hani lan bu ülke bir
tahıl ambarıydı.. Adam başı buğday olması lazım.. Kendi kendime
gülüyorum.. Biliyorum, o da gülecek.. Gülücez.. Öpücem sonra.. Sonra,
sonra.. Noolcaksa o buğdaylar..
Mısırçarşısı’na gidiyorum, oradaki baharatçılarda kesin vardır.. bu
arada, kendimi gerçekten tavuk gibi hissetmeye başladım.. Buğday arayan
acıkmış bir tavuk.. Bık bık bık. Bıdaaak.. Aslında içimde garip bir
mutluluk var. Her şeyi birden unutup bir avuç buğday için İstanbul’u
dolaşıyor olmak içten içe hoşuma gidiyor. Onu bu yüzden seviyorum
galiba. Bana da sıçrayan bir tılsımı var.. Her şey bombok giderken,
nooluyosa bir şey oluyor.. Onun yarattığı illüzyona dalıp oyun
oynuyorum.. Çocukmuşuz biz.. O, mısır saçlı, habire sümüğünü çeken
afacan bir kız, ben dizleri yara içinde haşarı bi velet.. Dünyanın
zillerini çalıp, vınnn kaçıyoruz.
Şimdi ne kadar alıcam ki ben buğdaydan.. Bir kilo yeter mi acaba?
Evde tarım yapıcak diil ya, yeter herhalde.. Anlarmış gibi buğdayları
karıştırırken yakaladım kendimi, iyisini seçicem sanki.. Neyse, aldık
işte.. Bir kilo buğdayımız oldu. Yanında bir tane de ufak rakı. Manyağım
lan ben.. Bariz manyağım..
“Geldi mi buğday” diye sordu. Gözleri ışık ışık.. Meraktan çatlıyorum
ama, belli etmeden “ıhı” diye torbayı uzattım. Cadı! Aldı torbayı
masanın üstüne koydu. Ne olacak şimdi bu buğday? Sormayacağım ama..
”Naaptın” dedi.. Elinin körü.. Saatlerdir buğday arıyoruz herhalde..
“Toprak mahsülleri ofisine gittim canım. Taban fiyattan destekleme alımı
yaptım..” Gülüyor. Her şey o gülsün diye zaten.. Bence onun kadar güzel
gülebilen yoktur. Ama bu gerçek yani. Çok gülen insan gördüm ben. İşim
gereği. Hakkaten bakın, ben bu konuda otorite sayılırım. Ben sizinle
geyik çevirirken o kayboldu. Birazdan, elinde bembeyaz bir güvercin.
“Bak şimdi “dedi; “Bu senin dilek güvercinin.. Ona avucundan buğday
yedireceksin, sonra gagasından öpeceksin ve bir dilek tutup gökyüzüne
bırakacaksın.”
Dedim ya, tılsımı var onun. Aniden güvercin de çıkarır, tutup
yaşamınızı bi saniyede masala çevirir.. Bitmesin istersiniz.. “Bitmesin”
diye dilek tutup güvercini gagasından öptüm. Balkona çıktık sonra. Pıt
pıt kanat sesi.. Pıt pıt iki çocuğun yüreği.. Balkona yıldız tozları mı
yağdı? Çok mu güldük.. peki çok gülmek iyi midir gerçekten.. Ağlar mı
sonra insan.. Babaannem Deli Fadime’nin dediği gibi “Dünyanın düz murâdı
yok” mu.. “Çok muhabbet tez ayrılık“mı peki.. Noolur “öyle diilmiş”
olsun. Noolur bitmesin.. Pıt pıt.. Yüreğim.. Gece.. Yemin ederim, yıldız
tozu yağıyor..
Ertesi sabah Kadriye oldu.. Espiri olsun diye bahar temizliğine
girişti. Kadriye.. Onun masal kahramanlarından biri. Söylediğim gibi,
yaşam bir oyun onun için. Gerçekle dalga geçer hep, sevmez sanki.. İlk
Kadriye olduğunda yeni tanışmıştık.. yine işe telefon edip yufka ve
çökelek istemişti. Buğday gibi değil, onları daha kolay buldum ve eve
gittim. Kapıyı çaldığımda yeri siliyordu. “Ayağını çıkar kocacım” dedi,
“yeni sildim”. Çok güldüm. Yufkayla çökelekten “yanmaz tavada sana
böreği” yaptı, yedik. Sonra eline bir tığ alıp dantel örüyormuş gibi
yapmaya başladı. “Delirdi” diye baktım. Saçlarına bigudi tuttururken
“Naapıyosun yaa” diye sordum. “Nooluyo kızım”.. Garfield gibi gözlerime
baktı. “Yarın eltimgil gelecek” dedi. Sonra güldü. Nasıl güldüğünü
biliyorsunuz. O gün bana “annesi gibi” olmuştu. Ya da benim annem gibi.
Oynuyordu. Başka bir şey. Herkesin “gerçek” diye bildiği şey, onun için
sonuna kadar sahte ve saçmaydı. Komikti ama, ürkütücüydü. Yani hep
oynanamazdı ki.. Eninde sonunda hayat “bööle bişeydi” işte.Yoksa değil
miydi.. O Kadriye olup “çekirdek aileyle” dalga geçmeye başlayınca ben
de rolümü aldım. “Fehmi” diye bir herif oluyordum. Çizgili pijamamı
ayağıma geçirdiğim gibi biraları içip televizyon karşısında pıt pıt
zapping yapıyordum. Gülüyorduk sonra. Kadriye ve Fehmi çekirdek rolünden
çıkıp biz oluyorduk. Pıt pıt, iki çocuk yüreği..
Onun masal kahramanları bir tane değildi ki.. Bazen Müge ile Furkan
olurduk. Aslında onlar bizim arkadaşımızdı. Ama o, onların ilişkisini
sahte ve anlamsız bulurdu. “Kola alır gibi işte, birbirlerini ve herşeyi
tüketiyorlar.” Müge olduğu zaman “Eskeyp’e gidelim mi, Trafo’ya
zıplayalım mı diye sorardı. Ama asla gitmezdik. Onun dünyasından
çıkamazdım. Ben çıkmak ister miydim peki? O zamanlar bu soruyu kendime
hiç sormadım. O, “dışarıdakiler”i öyle iyi biliyor ve anlatıyordu ki,
ara sıra “dışarı kaçtığımda” bile onunla oyun oynuyormuşuz, o bana
“gerçeğin masalını anlatıyormuş” gibi olurdum..
Ha bir de, en önemlisi “öpücük balığı” vardı.. Onun en yalın ve
samimi hali. “Ben öpücük balığıymışım” deyip yanağıma bin tane masum
öpücük konduruyor, dakikalarca pıt pıt pıt öpüyordu. Öpücük balığı,
öpücük balığı, pıt pıt pıt..
Masallar biter mi, biter işte. Arasına reklam girecektir, güzellik
maskesi takılacaktır, savaş vardır, birileri öldürülecektir, birini kör
bırakacaksınızdır, birinin yüreğini söküp atacaksınızdır.. Zehirlenecek
denizler, ağlatılacak çocuklar.. İşiniz vardır yani, öyle önemli, öyle
vazgeçilmezdir ki..
Bir gün bana “gitme” dedi.. Ama hep öyle derdi.. “Yelkovan dokuzun
üstüne gelinceye dek.. Bu şarkıdan iki şarkı sonra..” Hiçbir keresinde
bırakmazdı beni. İyi, tamam, oynadık, bitti. Dönüşte yine oynarız..
Dinlemezdi.. ”Bak şimdi bu çerez tabağını dökücez; leblebiler saatmiş,
üzümler dakika, fındıklar günmüş ama.. Sayalım, o kadar sonra git..”
Pazarlık ederdim. “Fındık gün diilmiş, leblebi saat.. ona tamam.” “Peki”
derdi. Sonra aniden nereden bulduğunu bilmediğim tek şamfıstığını
çıkarıp “peki bu yılmış, yıl olsun“ derdi. “Yüzyılmış tamam mı, ölüm
gelinceye kadarmış..”
Üzümleri, leblebileri falan sayardık sonra. Tek şamfıstık, o
yüzyıldı.. O ölümün geldiği zamandı. Onu pek tartışmazdık. Onu açar,
yarısını yer, yarısını bana yedirirdi. Sonra, sonra o öpücük balığı ve
ayrılık..
“Ben gidiyim” dedim.. Sesi boğuktu.. ”Gitme” dedi.. Ama söyledim. Hep
öyle derdi.. Giderdim sonra. Döndüğümde oradaydı, bilirdim. Yine
“gitme” derdi..
“Gitme” dedi.. Gözlerinde yaş tomurcukları, birazdan duracak dünyalar, sanki hepimiz ölücez. “Bu kez gitme”..
Gitmesem olur sanki.. “Ama bunun sonu yok ki” dedim.. “Yok işte salak
“dedi.. ”Hep sonunu istiyorsun. Sonu, bittiği yer, tükendiğim zaman..
Yerine yenisini tüketmeye başlayacağın zaman.. Bu kez gitme işte..
Gitme..”
Karşısında bir çocuk gibi duruyorum.. İçimden bir çocuk o duvarı
tırmanıp aşmaya çalışıyor ama olmuyor.. Birileri yıllarca ördü o
duvarı.. Annem koydu bir tuğla, sonra babam.. Dayım, öğretmenim,
komutanım, patronum, radyom, televizyonum.. Gidicem ben, işim var işim..
Çıkıp sokak kedilerini tekmeliycem, yalan söyliycem, rakı içicem..
Hasan’a borcum var.. Tarık’la sözleştik, kaçıcaz hafta sonu, karı
bulmuş.. İlknur iş arıyo sonra.. Resmen iş istiyo işte, aramıştır.. Onun
yeri ayrı ama İlknur da fena değil şimdi.. İşim var.. İşim..
“Gidiyim ben” dedim.. Bu kez gözleriyle “Gitme” dedi.. Ben de ona
“gözlerim sana mı kaldı” gibisinden baktım.. Tek mi sana kısmet olacak
sanıyorsun benim “çivileyen bakışlarım”.. İşi var gözlerimin. Kritik
pozisyonlara bakıcam, topa konsantre olucam, Top Secret’ı izliycem,
günlük kuru yakından takip edicem.. İlknur’un kalçalarına bakıcam..
MTV’nin klipleri, savaşlar, siyah-beyaz yerli filmler.. İşi var
gözlerimin..
Sonra yıldırımlar çaktı.. Hiç susmadım.. “Hayat masal mıydı yani?..
Dışarıda millet birbirinin gözünü oyarken, biz burada yanak yanağa..
Noolcaktı yani.. Leblebiden saat olur mu.. “Vakit” denen nanenin ne
demeye geldiğini herkes biliyor artık.. İyi.. Pıt pıt pıt öpüşelim, sen
beni seviyormuşsun, ben seni çok.. Ee, Anangil “Oturma odası takımını
erkek tarafı alsın” dediğinde ne bok yiyecez peki? Öpücük balığını mı
satacağız..” Nefes nefese sustum..
“Dışarıdakiler” dedi.. “Dışarıdakiler, bunu beceremez işte.. Öpücük
balığını kimse alıp satamaz.. Sen bile.. Diyelim ki öyküsünü yazdın, beş
para etmez..”
***
Bir varmıştı, şimdi bir yokmuş..
Nevizade Sokağı’ndayız, yol boyu meyhane.. Masanın altından İlknur’un
elini tutuyorum.. Dördüncü kadehten sonra sayamaz oldum rakıları. Bir
çingene, yanındaki masaya keman çalıp haykırıyor “Dönülmeyyz akşamıyyn
ufuğuğun daiiz, vakiyyt çook geyç artık..” Elini darbukaya röntgen
filminde her patlattığında gözümün önünde bi dudağı gökte bi dudağı
yerde masal devleri görüyorum.. Gümm! Dev.. Güm! Lamba cini.. Güm!
Haramiler..
Kocaman bir davulun üstünde küçük bir şey kırıntıları dökmüşler gibi,
belki öpücük balığının yemleri onlar.. Hani onun en yalın ve sevimli
hali gibi.. Gümm!.. Zıplıyor hepsi, gümm zıplıyor her şey.. İlknur’un
göğüsleri kliplerdeki gibi havalanıp zıplıyor.. Uçuşup tekrar yerine
düşüyor, tabaklar, yıldızlar, sigaram.. Canım yanıyor.. Sonra pıt pıt
pıt.. darbukaya üç parmak darbesi vuruyor çingene.. Masalların sonunda
gökten teklifsizce düşen üç elma bunlar.. Ben görüyorum, İlknur
görmüyor, kimse görmüyor..
Müzik bitti.. İlknur bir şeye gülüyor.. Masanın yanı başında, tuhaf,
simsiyah gözlüklü, başı sımsıkı bağlı bir kadın var.. O hep var Nevizade
sokağında.. Elinde kocaman bir çerez kavanozu, sormadan, avucundaki çay
bardağını kavanoza daldırıp, bardak dolusu kuruyemişi masamıza
boşaltıyor.. cebimden para bulup kadına uzatıyorum.. Aklımda zamanın en
acı tadı.. ”Peki kaç leblebi var bunun içinde teyze” diye soruyorum..
Kadının suratını yıllar bıçaklamış, sesinde hırıl hırıl alaycı bir öfke;
“Manyak mısın sen koçum?” diyor.. İlknur gülüyor, benim gözüme üç elma
kaçtı, masalların kötü kalpli cadısı avucumdaki parayı yolarcasına kapıp
yan masaya seğirtiyor..
Az önce bir masal bitti, kimse bilmiyor.. Öpücük balığı bir iskelede,
güneş altında çırpınıyor.. İlknur’un gözlerinin işi var, benim yüreğim
kovulmayı çoktan hak etmiş, boşta gezer.. Uzaklarda bir çocuk,
uyuyakalmış ninesini sarsıp “Bana masal anlat” diye ağlıyor..
Diyelim ki öyküsünü yazdım, beş para etmiyor...
Atilla Atalay
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder